|
YAPAY ZEKA
|
Yapay zeka, insanın düşünme yapısını anlamak ve bunun
benzerini ortaya çıkaracak bilgisayar işlemlerini geliştirmeye çalışmak olarak
tanımlanır. Yani programlanmış bir bilgisayarın düşünme girişimidir. Daha geniş
bir tanıma göre ise, yapay zeka, bilgi edinme, algılama, görme, düşünme ve karar
verme gibi insan zekasına özgü kapasitelerle donatılmış bilgisayarlardır.
Gelişim Süreci Yapay zeka konusundaki ilk çalışma McCulloch ve Pitts tarafından
yapılmıştır. Bu araştırmacıların önerdiği, yapay sinir hücrelerini kullanan
hesaplama modeli, önermeler mantığı, fizyoloji ve Turing’in hesaplama kuramına
dayanıyordu. Her hangi bir hesaplanabilir fonksiyonun sinir hücrelerinden oluşan
ağlarla hesaplanabileceğini ve mantıksal “ve” ve “veya” işlemlerinin
gerçekleştirilebileceğini gösterdiler. Bu ağ yapılarının uygun şekilde
tanımlanmaları halinde öğrenme becerisi kazanabileceğini de ileri sürdüler.
Hebb, sinir hücreleri arasındaki bağlantıların şiddetlerini değiştirmek için
basit bir kural önerince, öğrenebilen yapay sinir ağlarını gerçekleştirmek de
olası hale gelmiştir. 1950’lerde Shannon ve Turing bilgisayarlar için satranç
programları yazıyorlardı. İlk yapay sinir ağı temelli bilgisayar SNARC, MIT’de
Minsky ve Edmonds tarafından 1951’de yapıldı. Çalışmalarını Princeton
Üniversitesi’nde sürdüren Mc Carthy, Minsky, Shannon ve Rochester’le birlikte
1956 yılında Dartmouth’da iki aylık bir workshop düzenledi. Bu toplantıda bir
çok çalışmanın temelleri atılmakla birlikte, toplantının en önemli özelliği Mc
Carthy tarafından önerilen Yapay zeka adının konmasıdır. İlk kuram ispatlayan
programlardan Logic Theorist (Mantık kuramcısı) burada Newell ve Simon
tarafından tanıtılmıştır. Daha sonra Newell ve Simon, “insan gibi düşünme”
yaklaşımına göre üretilmiş ilk program olan General Problem Solver (Genel sorun
çözücü) ‘ı geliştirmişlerdir. Simon, daha sonra fiziksel simge varsayımını
ortaya atmış ve bu kuram, insandan bağımsız zeki sistemler yapma çalışmalarıyla
uğraşanların hareket noktasını oluşturmuştur. Bundan sonraki yıllarda mantık
temelli çalışmalar egemen olmuş ve programların başarımlarını göstermek için bir
takım yapay sorunlar ve dünyalar kullanılmıştır. Daha sonraları bu sorunlar
gerçek yaşamı hiçbir şekilde temsil etmeyen oyuncak dünyalar olmakla suçlanmış
ve yapay zekanın yalnızca bu alanlarda başarılı olabileceği ve gerçek yaşamdaki
sorunların çözümüne ölçeklenemeyeceği ileri sürülmüştür. Geliştirilen
programların gerçek sorunlarla karşılaşıldığında çok kötü bir başarım
göstermesinin ardındaki temel neden, bu programların yalnızca sentaktik bir
şekilde çalışıp konu ile ilgili bilgileri kullanmamasıydı. Bu dönemin en ünlü
programlarından Weizenbaum tarafından geliştirilen Eliza, karşısındaki ile
sohbet edebiliyor gibi görünmesine karşın, yalnızca karşısındaki insanın
cümleleri üzerinde bazı işlemler yapıyordu. İlk makine çevirisi çalışmaları
sırasında benzeri yaklaşımlar kullanılıp çok gülünç çevirilerle karşılaşılınca
bu çalışmaların desteklenmesi durdurulmuştur. Zeki davranışı üretmek için bu
çalışmalarda kullanılan temel yapılardaki bazı önemli yetersizliklerin de ortaya
konmasıyla bir çok araştırmacılar çalışmalarını durdurdular. Buna en temel
örnek, sinir ağları konusundaki çalışmaların Minsky ve Papert’in 1969’da
yayınlanan Perceptrons adlı kitaplarında tek katmanlı algaçların bazı basit
problemleri çözemeyeceğini gösterip aynı kısırlığın çok katmanlı algaçlarda da
beklenilmesi gerektiğini söylemeleri ile bıçakla kesilmiş gibi durmasıdır. Her
sorunu çözecek genel amaçlı program yerine belirli bir uzmanlık alanındaki
bilgiyle donatılmış programlar kullanma fikri yapay zeka alanında yeniden bir
canlanmaya yol açtı. Kısa sürede uzman sistemler adı verilen bir metodoloji
gelişti. Fakat burada çok sık rastlanan tipik bir durum, bir otomobilin tamiri
için önerilerde bulunan uzman sistem programının otomobilin ne işe yaradığından
haberi olmamasıydı. İnsanların iletişimde kullandıkları Türkçe, İngilizce gibi
doğal dilleri anlayan bilgisayarlar konusundaki çalışmalar bu sıralarda
hızlanmaya başladı. Doğal dil anlayan programların dünya hakkında genel bilgiye
sahip olması ve bu bilgiyi kullanabilmek için genel bir metodolojisi olması
gerektiği belirtilmekteydi. Uzman dizgelerin başarıları beraberinde ilk ticari
uygulamaları da getirdi. Yapay zeka yavaş yavaş bir endüstri haline geliyordu.
DEC tarafından kullanılan ve müşteri siparişlerine göre donanım seçimi yapan R1
adlı uzman sistem şirkete bir yılda 40 milyon dolarlık tasarruf sağlamıştı.
Birden diğer ülkelerde yapay zekayı yeniden keşfettiler ve araştırmalara büyük
kaynaklar ayrılmaya başlandı. 1988’de yapay zeka endüstrisinin cirosu 2 milyar
dolara ulaşmıştı. Bütün bu çalışmaların sonunda yapay zeka araştırmacıları iki
guruba ayrıldılar. Bir gurup insan gibi düşünen sistemler yapmak için
çalışırken, diğer gurup ise rasyonel karar verebilen sistemler üretmeyi
amaçlamaktaydı. Aşağıda bu yaklaşımları kısaca inceleyeceğiz. İnsan gibi düşünen
sistemler İnsan gibi düşünen bir program üretmek için insanların nasıl
düşündüğünü saptamak gerekir. Bu da psikolojik deneylerle yapılabilir. Yeterli
sayıda deney yapıldıktan sonra elde edilen bilgilerle bir kuram oluşturulabilir.
Daha sonra bu kurama dayanarak bilgisayar programı üretilebilir. Eğer programın
giriş/çıkış ve zamanlama davranışı insanlarınkine eşse programın düzeneklerinden
bazılarının insan beyninde de mevcut olabileceği söylenebilir. İnsan gibi
düşünen sistemler üretmek bilişsel bilimin araştırma alanına girmektedir. Bu
çalışmalarda asıl amaç genellikle insanın düşünme süreçlerini çözümlemede
bilgisayar modellerini bir araç olarak kullanmaktır. İnsan gibi davranan
sistemler Yapay zeka araştırmacılarının baştan beri ulaşmak istediği ideal,
insan gibi davranan sistemler üretmektir. Turing zeki davranışı, bir
sorgulayıcıyı kandıracak kadar bütün bilişsel görevlerde insan düzeyinde başarım
göstermek olarak tanımlamıştır. Bunu ölçmek için de Turing testi olarak bilinen
bir test önermiştir. Turing testinde denek, sorgulayıcıyla bir terminal
aracılığıyla haberleşir. Eğer sorgulayıcı, deneğin insan mı yoksa bir bilgisayar
mı olduğunu anlayamazsa denek Turing testini geçmiş sayılır. Turing, testini
tanımlarken zeka için bir insanın fiziksel benzetiminin gereksiz olduğunu
düşündüğü için sorgulayıcıyla bilgisayar arasında doğrudan fiziksel temastan söz
etmekten kaçınmıştır. Burada vurgulanması gereken nokta, bilgisayarda zeki
davranışı üreten sürecin insan beynindeki süreçlerin modellenmesiyle elde
edilebileceği gibi tamamen başka prensiplerden de hareket edilerek üretilmesinin
olası olmasıdır. Rasyonel düşünen sistemler Bu sistemlerin temelinde mantık yer
alır. Burada amaç çözülmesi istenen sorunu mantıksal bir gösterimle
betimledikten sonra çıkarım kurallarını kullanarak çözümünü bulmaktır. Yapay
zeka’da çok önemli bir yer tutan mantıkçı gelenek zeki sistemler üretmek için bu
çeşit programlar üretmeyi amaçlamaktadır. Bu yaklaşımı kullanarak gerçek
sorunları çözmeye çalışınca iki önemli engel karşımıza çıkmaktadır. Mantık,
formel bir dil kullanır. Gündelik yaşamdan kaynaklanan, çoğu kez de belirsizlik
içeren bilgileri mantığın işleyebileceği bu dille göstermek hiç de kolay
değildir. Bir başka güçlük de en ufak sorunların dışındaki sorunları çözerken
kullanılması gerekecek bilgisayar kaynaklarının üstel olarak artmasıdır.
Rasyonel davranan sistemler Amaçlara ulaşmak için inançlarına uygun davranan
sistemlere rasyonel denir. Bir ajan algılayan ve harekette bulunan bir şeydir.
Bu yaklaşımda yapay zeka, rasyonel ajanların incelenmesi ve oluşturulması olarak
tanımlanmaktadır. Rasyonel bir ajan olmak için gerekli koşullardan biri de doğru
çıkarımlar yapabilmek ve bu çıkarımların sonuçlarına göre harekete geçmektir.
Ancak, yalnızca doğru çıkarım yapabilmek yeterli değildir. Çünkü bazı durumlarda
doğruluğu ispatlanmış bir çözüm olmadığı halde gene de bir şey yapmak
gerekebilir. Bunun yanında çıkarımdan kaynaklanmayan bazı rasyonel davranışlar
da vardır. Örneğin, sıcak bir şeye değince insanın elini çekmesi bir refleks
harekettir ve uzun düşünce süreçlerine girmeden yapılır. Bu yüzden yapay zekayı
rasyonel ajan tasarımı olarak gören araştırmacılar, iki avantaj öne sürerler.
Birincisi “düşünce yasaları” yaklaşımından daha genel olması, ikincisi ise
bilimsel geliştirme yöntemlerinin uygulanmasına daha uygun olmasıdır. Şimdi ise
farklı disiplinler açısından yapay zeka yaklaşımları anlatılacaktır. Yapay
Zekaya Farklı Yaklaşımlar Matematiksel Yaklaşım Kaos teorisinin beynin üst düzey
fonksiyonlarının modellenmesinde önemli bir rol oynayacağı düşünülmektedir.
İnsan beyni gibi bir fonksiyon üstlenmesine çalışılan bir sistemin
tasarlanmasındaki çabalar için, kuşkusuz kaos teorisi çok önemli bir yer
tutmaktadır. Çünkü tasarılar ortaya konulacak modelleri temel almaktadır. Kaos
teorisi, sayısal bilgisayarların ve onların çıktılarını çok kolay görülebilir
hale getiren ekranların ortaya çıkmasıyla gelişti ve son on yıl içinde
popülerlik kazandı. Ancak kaotik davranış gösteren sistemlerde kestirim yapmanın
imkansızlığı bu popüler görüntüyle birleşince, bilim adamları konuya oldukça
kuşkucu bir gözle bakmaya başladılar. Fakat son yıllarda kaos teorisinin ve onun
bir uzantısı olan fraktal geometrinin, borsadan meteorolojiye, iletişimden
tıbba, kimyadan mekaniğe kadar uzanan çok farklı dallarda önemli kullanım
alanları bulması ile bu kuşkular giderek yok olmaktadır. Teoriye temel oluşturan
matematiksel ve temel bilimsel bulgular, 18.yüzyıla, hatta bazı gözlemler antik
çağlara kadar geri gidiyor. Yunan ve Çin mitolojilerinde yaradılış efsanelerinde
başlangıçta bir kaosun olması rastlantı değil. Özellikle Çin mitolojisindeki
kaosun, bugün bilimsel dilde tanımladığımız olgularla hayret verici bir
benzerliği olduğunu görüyoruz. Batı’da da daha sonraki dönemlerde bilim adamları
tarafından karmaşık olgulara dair gözlemler yapılmıştır. Poincare, Weierstraas,
von Koch, Cantor, Peano, Hausdorff, Besikoviç gibi çok üst düzey matematikçiler
tarafından bu teorinin temel kavramları oluşturulmuştur. Karmaşık sistem
teorisinin ardında yatan yaklaşımı felsefe, özellikle de bilim felsefesi
açısından inceleyecek olursak, ortaya ilginç bir olgu çıkıyor. Aslında bugün
pozitif bilim olarak nitelendirdiğimiz şey, batı uygarlığının ve düşünüş
biçiminin bir ürünüdür. Bu yaklaşımın en belirgin özelliği, analitik oluşu yani
parçadan tüme yönelmesi (tümevarım). Genelde karmaşık problemleri çözmede
kullanılan ve bazen çok iyi sonuçlar veren bu yöntem gereğince, önce problem
parçalanıyor ve ortaya çıkan daha basit alt problemler inceleniyor. Sonra, bu
alt problemlerin çözümleri birleştirilerek, tüm problemin çözümü oluşturuluyor.
Ancak bu yaklaşım görmezden gelerek ihmal ettiği parçalar arasındaki
ilişkilerdir. Böyle bir sistem parçalandığında, bu ilişkiler yok oluyor ve
parçaların tek tek çözümlerinin toplamı, asıl sistemin davranışını vermekten çok
uzak olabiliyor. Tümevarım yaklaşımının tam tersi ise tümevarım, yani bütüne
bakarak daha alt olgular hakkında çıkarsamalar yapmak. Genel anlamda tümevarımı
Batı düşüncesinin, tümdengelimi Doğu düşüncesinin ürünü olarak nitelendirmek
mümkündür. Kaos yada karmaşıklık teorisi ise, bu anlamda bir doğu-Batı sentezi
olarak görülebilir. Çok yakın zamana kadar pozitif bilimlerin ilgilendiği
alanlar doğrusallığın geçerli olduğu, daha doğrusu çok büyük hatalara yol
açmadan varsayılabildiği alanlardır. Doğrusal bir sistemin girdisini x,
çıktısını da y kabul edersek, x ile y arasında doğrusal sistemlere özgü şu
ilişkiler olacaktır: Eğer x1’e karşılık y1, x2’ye karşılık y2 elde ediyorsak,
girdi olarak x1+x2 verdiğimizde, çıktı olarak y1+y2 elde ederiz. Bu özellikleri
sağlayan sistemlere verilen karmaşık bir girdiyi parçalara ayırıp her birine
karşılık gelen çıktıyı bulabilir, sonra bu çıktıların hepsini toplayarak
karmaşık girdinin yanıtını elde edebiliriz. Ayrıca, doğrusal bir sistemin
girdisini ölçerken yapacağımız ufak bir hata, çıktının hesabında da
başlangıçtaki ölçüm hatasına orantılı bir hata verecektir. Halbuki doğrusal
olmayan bir sistemde y’yi kestirmeye çalıştığımızda ortaya çıkacak hata, x’in
ölçümündeki ufak hata ile orantılı olmayacak, çok daha ciddi sapma ve
yanılmalara yol açacaktır. İşte bu özelliklerinden dolayı doğrusal olmayan
sistemler kaotik davranma potansiyelini içlerinde taşırlar. Kaos görüşünün
getirdiği en önemli değişikliklerden biri ise, kestirilemez determinizmdir.
Sistemin yapısını ne kadar iyi modellersek modelleyelim, bir hata bile
(Heisenberg belirsizlik kuralına göre çok ufak da olsa, mutlaka bir hata
olacaktır), yapacağımız kestirmede tamamen yanlış sonuçlara yol açacaktır. Buna
başlangıç koşullarına duyarlılık adı verilir ve bu özellikten dolayı sistem
tamamen nedensel olarak çalıştığı halde uzun vadeli doğru bir kestirim mümkün
olmaz. Bugünkü değerleri ne kadar iyi ölçersek ölçelim, 30 gün sonra saat 12’de
hava sıcaklığının ne olacağını kestiremeyiz. Kaos konusunda bu uzun girişten
sonra konunun beyinle ilişkisine gelelim. Beynin fizik yapısı ve görünüşü
fraktaldır. Bu yapı, beynin gerek evrimsel, gerekse canlının yaşamı sürecindeki
gelişimin ürünüdür ki, bu gelişimin deterministik (genlerle belirli), ancak
çevre ve başlangıç koşullarına son derece duyarlı, yani kaotik olduğu açıktır.
Beynin yalnızca oluşumu değil, çalışma biçimi de kaotiktir. Beyni oluşturan
inanılmaz boyuttaki nöron ağının içinde bilgi akışı kaotik bir şekilde
gerçekleşir. Kaotik davranışın tarama özelliği ve bunun getirdiği uyarlanırlık
(adaptivite) sayesinde, beyin çok farklı durumlara uyum sağlar, çok farklı
problemlere çözüm getirebilir, çok farklı fonksiyonları gerçekleştirir. EEG
sinyalleri üzerine yapılan araştırmalar göstermiştir ki, sağlıklı bir insanın
sinyalleri kaotik bir davranış gösterirken, epilepsi krizine girmiş bir hastanın
sinyalleri çok daha düzenli, periyodik bir davranış sergilemektedir. Yani
epilepsi krizindeki hastanın beyni, kendini tekrarlayan bir davranışa takılmış
ve kaotik (yani sağlıklı) durumda sahip olduğu adaptivite özelliğini
yitirmiştir. Bunun sonucu hasta, kriz sırasında en basit fonksiyonlarını bile
yerine getiremez olur. Kaos bilimini ortaya çıkaran, karmaşık olguları basit
parçalara ayırmak yerine onları bir bütün olarak görme eğilimi, beyni inceleyen
bilim adamlarının da yaklaşımını belirlemiştir. Eskiden beyin farklı
fonksiyonlardan sorumlu merkezler şeklinde modellenirken, artık holistik
(bütünsel) beyin modeli geçerlilik kazanmıştır. Bu modele göre herhangi bir
işlev gerçekleştirilirken, beynin tümü bu olguya katılmaktadır. Önümüzdeki
yıllarda beynin yalnız alt düzey fizyolojik işleyişinin değil, öğrenme,
hatırlama, fikir yürütme gibi üst düzey işlevlerinin de modellenmesinde kaosun
çok önemli bir rol oynayacağı görülmektedir. Fiziksel Yaklaşım Tüm vücut
fonksiyonları en temelde fiziğe dayanır. Fakat burada fiziğin oynadığı rol
nedir? Bu, “taşı bıraktım yere düştü” tarzında bir fizik değildir. Böyle olsaydı
beyin bugüne kadar çok kolay çözülürdü, hatta Descartes bile belki çözmüş
olurdu. Söz konusu olan, son yetmiş yıl içinde fizikçilerin kullanmakta olduğu
ve doğayı matematiksel bir yapı çerçevesinde anlayıp anlatabilme yöntemi olan
kuantum mekaniğinin özellikleri ile durumu bağdaştırabilmektir. Bir masa
üzerinde duran nesneyi yerçekimi çeker ama masa buna karşı gelir. Dolayısıyla
nesne üzerine uygulanan toplam kuvvet sıfırdır. Üzerindeki koşullar böyle devam
ettiği sürece, istediği gibi hareket edebilir. Yani biraz dokunulsa ve sürtünme
olmasa nesne teorik olarak sonsuza kadar hareket edecek. Oysa kuantum mekaniğine
göre serbest parçacık olarak algıladığımız bir nesne, yani üzerinde hiçbir dış
etki olmayan nesne, her yerde olabilir. Ama doğanın bunun üzerinde etkili olan
sayısal özellikleri, ancak; atomlar ve atomaltı nesneler düzeyinde kendini
gösterebiliyor. Cisimlerin boyutları büyüdükçe bu etkiler bazı karmaşıklıkların
arasında yok oluyor, o zaman bu nesnelerde koyduğumuz yerde duruyorlar. Fakat
bir elektronu siz şuraya koydum diyemiyorsunuz; üzerinde hiçbir kuvvet olmayan
bir elektron, evrende herhangi bir yerde bulunabiliyor. Bunu gördüm, buldum
dediğiniz anda, o herhangi yerlerden bir tanesi gerçekleşmiş oluyor. Tüm diğer
yerlerin serbest bir elektronun yeri olarak ortaya çıkma olasılığı aynı, eşit.
Bir elektronun bir atom içinde sahip olabileceği fiziksel durumlar enerji,
momentum, açısal momentum gibi fiziksel parametrelerle belirleniyor. Kuantum
mekaniği bu değerlerin belli nitelikler taşımasını gerektiriyor. Sistemin bu
değerlerle belirlenen fiziksel durumların hangisinde bulunduğunu, ölçme yapmadan
bilemiyoruz. Elektronun nerede olduğunu ya da ölçtüğümüzde, ölçmeden önce
–diyelim ki milyardabir saniye önce- orada olduğundan bile emin değiliz. Kuantum
mekaniğinin hesaplayabilirliği bu kadar. Evet, kuantum mekaniğinde bir
hesaplanamazlık var. Zihin fonksiyonlarında da bir hesaplanamazlık var. Beyin
demiyoruz, çünkü bunun fonksiyonlarının bir kısmı, organları denetleyen istemsiz
kısmı belki daha kolay anlaşılıyor. Ama burada söz konusu olan, kollara ve
bacaklara emir verme, karar verme mekanizması. Bu nasıl fizikle açıklanabilecek?
İşte zorluk burada ve kuantum mekaniği burada devreye giriyor. Zihin bir çok
şeyi algılıyor, bunları bir şekilde biriktirip, belleğe yerleştiriyor. Fakat
önemli olan karar verme aşamasında birikmiş verilerin tümünden daha fazla bir
toplam olup olmadığı sorusudur. Zihin konuşmamıza komutları nasıl veriyor?
Herkesin beyninde her an kafasından geçen düşüncelerle bir çok belki milyonlarca
karar veriliyor, bu nasıl oluyor? İşte tüm bu verilerin, beyne girmiş olan bilgi
kırıntılarının oluşturduğu fiziksel durumlar ve bunların sayıyla ifade etmekte
zorlanacağımız kombinezonlarından her biri bir kuantum mekaniksel durumun bir
bileşeni gibi görülebilir. Kuantum mekaniksel durum bileşenleri demekle, serbest
bir elektronun uzayın herhangi bir noktasında bulunmasını kastediyoruz. Bu
bulunuş bir fiziksel durumdur. Hepsi varit bu elektron için, fakat biz elektronu
yakaladığımız yani ölçtüğümüz anda diyoruz ki elektron burada; bu durumlardan
bir tanesi ortaya çıktı. Bunu dışarıdan müdahale ederek yapıyoruz. Beyin ise
zihin fonksiyonları sırasında bu müdahaleyi nasıl yapıyor? Penrose, zihnin
çalışma mekanizması ile bir kuantum mekaniksel sistemin özellikleri arasında
analoji kurma imkanı olduğunu söylemektedir. Burada hesaplanamazlık, yani bir
algoritmaya indirgenemezlik konusu en temel bir hususu oluşturuyor. Bu iki
sistemden bir tanesinde hesaplanamazlık olmadığı gösterilebilirse bütün bu
söylenenler ortadan kalkmış olacak. Aslında hesaplanamazlık, bir algoritmaya
indirgenemezlik matematikte bilinmeyen bir şey değildir. Mesela bir yüzeyi
çinilerle kaplayacaksınız, biçimleri ne olsun ki yüzey arada hiçbir boşluk
kalmadan kaplanabilsin. Matematikçiler, bir yüzeyin hangi şekilde çinilerle
periyodik olarak kaplanabileceğinin bir algoritmaya bağlanamayacağını
kanıtlamışlardır. 1980’lerde anesteziyologlar tarafından beyin hücrelerindeki
mikrotübüller keşfedilmiştir. Bunlar, hücrelerin içinde gayet ince bir iskelet
gibi yapı oluşturuyorlar ve mitoz bölünme sırasında ortaya gelerek sınır
oluşturup bölünmeyi denetliyorlar. İçlerinde bulunan çok ince lifleri oluşturan
protein moleküllerinin ilginç bir özelliği var. Bunların içindeki bir elektron
iki değişik durumda bulunabiliyor. Elektronun bu iki durumunu 0 ve 1 durumları
gibi alabilirsiniz. Belli bir takım anestetikler verildiğinde bu elektronun yer
değiştiremez hale geldiği, yani uyuşturmanın verdiği bilinç kapatılması
sırasında bu elektronun donduğu görülüyor. O zaman zihin fonksiyonlarında bu
elektronun yer değiştirmesi bir takım kuantum mekaniksel durumlar oluşturmaya
yol açabilir. Çünkü elektronun bulunduğu yer için matematiksel olarak bir
kuantum mekaniksel durum yazabiliyorsunuz. Bunun gibi bir hücrede milyonlarca
var, nöron şebekeleri içinde kaç tane olduğunu ve bunların yaratabileceği
değişik sonuç durumlarını düşünün. İşte Penrose’nin, acaba olsa olsa nerede
olabilir sorusuna bulamadığı cevap bu. Bunun uygun bir aday olabileceğini 1992
yılında bir anesteziyologun ona söylemesi üzerine öğrenmiştir. Ama gene de bizi
şu soruyla karşı karşıya bırakmaktan da kendini alamıyor: “ Acaba parça bütünü
anlayabilecek mi? Parça bütünü içine alabilecek mi? Yani, biz acaba bunu anlama
yeteneğine sahip miyiz?” ( Gödel teoremi, Russel paradoksu, veya çok eskilerin
dediği irade-i külliye/ irade-i cüzziye sorunu gibi bir şey). Aynı soru kuantum
mekaniği için de soruluyor: Acaba daha temel düzeyde bilgi (i) Doğada mı yok?
(ii) Var da doğa bize yasaklamış mı? (iii) Yoksa bizim yeteneklerimiz mi
elvermiyor? Şimdilik genel inanç (i) doğrultusunda. Psikolojik Yaklaşım Beynin
nöroanatomik, biyokimyasal ve fizyolojik açıdan incelenmesi yoğun biçimde
sürmektedir. Fakat beyni bir canlının içinde işlev gören bir uzuv olduğunu
görerek değerlendirirsek, ister istemez davranış bilimleri de işin içine
girmektedir. Çünkü özellikle gelişmiş beyinli memeli hayvanların önemli
özelliklerinden biri de çevreleri ile etkileşime girmeleri ve bu sayede yeni
şeyler öğrenerek bunları daha sonra hatırlayabilmeleridir. Bu davranışlar
açısından da beyin bilgisayar etkileşimi ve benzerliklerine bakılması
gereklidir. Bilgisayarlar ile insanlar arasında ilk bakışta öğrenme ve bellek
konusunda çok önemli işlevsel benzerliklerin bulunduğu biliniyor. Öğrenme ve
bellek mekanizmaları bize bilgi edinme ve deneyimlerden yararlanma olanağı
sağlamaktadır. Bilgisayarlar da genelde öğrenme ve belleklerinde bilgi tutabilme
özelliklerine sahipler. Bu açıdan bakıldığında ortaya felsefi sorunlar
çıkmaktadır. Bunlardan biri Turing’in öngördüğü öğrenme makinesidir. Bu
makinenin insan gibi öğrenebildiğinin testi de turing testi olarak
bilinmektedir. Bu konu hakkında felsefi yaklaşım başlığı altında bilgi
verildiğinden burada girilmeyecektir. Böyle bir öğrenme makinesinin temelinde
yatan aksiyomatik sistemdeki belirsizliğin Gödel tarafından kanıtlanmış olması,
zaten bilginin niteliği ve bilgi edinme yöntemlerinin yeniden gözden
geçirilmesine yol açtığı gibi insan bilgisayar karşılaştırmasının temelindeki
varsayımların sorgulanmasını da gündeme getirmiştir. Bilgisayarların
öğrenmelerine ilişkin şemalarda genellikle bir girdi kanalı, bir işlemciye denk
gelen bir kutu ve bilgisayarın ürününü gösteren bir çıktı kanalı gösterilir. Bu
girdi ve çıktı kanallarına ve kapağını açarak işlemci kutusunun içine
bakıldığında, görülen olgular bilgisayar ile beyin arasında önemli farkların
olduğunu ortaya koymaktadır. Burada olayın psikolojik yönüyle ilgili olarak
Freudcu bir yaklaşımla nerede bunun libidosu veya Neyzen TEVFİK’i anımsayarak
fikri varsa efkarı nerede bunun diye sorular sorulabilir. Tüm bu soruların
dışında basit bir örnekle konuya yaklaşalım: bir bilgisayarınız var, fakat her
yerde iyi çalışan bilgisayarınız bazı yerlerde doğru çalışmıyor, üstelik
sabahları daha iyi öğleden sonra ise kötü çalışıyor yani tekliyor. Ne
düşünürsünüz? Bilgisayarınızın bozulduğunu düşünerek tamire götürürsünüz. Ve
belki de tamire götürürken bilgisayarınızın insanlaşmaya başladığını
düşünebilirsiniz. Burada belirtilmek istenen aslında bilgisayarlardan hiç
beklenmeyen bu davranışın bizim hem psikolojimizde hem de fizyolojimizde
yerleşik bir olgu olduğudur. Çünkü bilgisayarlardan çok farklı olarak bizim için
olayların zamanla ve mekanla kayıtlı bir yanı vardır. Olayların zaman içindeki
dizilimi ve mekan içindeki dağılımı bizi temelden etkilemekte ve daha duyu ve
algılama gibi temel süreçlerden başlayarak bizi tamamıyla biçimlendirmektedir.
Bilgisayarlarda girişleri iyi bir şekilde düzenlediğiniz takdirde işlem
kutusunun niteliğini incelemeden ne olursa olsun çıktının ne olacağını
biliyoruz. Buna paralel olarak psikolojideki davranışcı ekole göre, siz kişinin
girdilerini gerektiği biçimde düzenleyebildiğiniz sürece kutu, yani a, b, veya c
kişileri avukat, doktor veya mühendis olabiliyor. Bu tür radikal davranışcı
yaklaşımı bugünkü bilgisayar teknolojileriyle birleştirdiğinizde bilgisayarla
beyin arasında çok fazla bir benzemezlik olmadığı görülebilir. Ancak bu tür
yaklaşımın geçerli olmadığı, girdilerle çıktılar arasındaki kutunun içeriği ve
özelliklerinin araştırılmaya başlanmasıyla gündeme gelmiştir. Özellikle Gestalt
psikolojisinin vurguladığı görüş, algılamada uyaranları teker teker inceleyip
sonuçları sentezlemenin mümkün olamayacağı tezidir. Yani algılamada bütün,
parçalarının toplamından farklıdır. Gestalt psikolojisine göre, bir olayı
anlamak için tümünü bir arada ve bir anda algılamak gerekli, çünkü olayın
tümünün dinamiği, parçaların teker teker incelenmesi ile ortaya çıkan tablodan
farklıdır. Bir karenin uçlarına yerleştirdiğimiz ışıkları yakıp söndürmeyi
frekansı arttırarak sürdürdüğümüzde önce kare görünen şeklin frekans arttıkça
daire veya çember şeklinde algılandığını görürüz. Bu örnek bize çoğu kez bir
olayı parçalarına bölüp parçalarının her birinin beynimizi nasıl etkilediğine
bakarak bir bütün yaratmamızın mümkün olmadığını göstermektedir. Uyaranların
yada üzerimizde psikolojik etki yaratan durumların teker teker incelenmesinin,
bu uyaran yada durumların toplamının yarattığı tabloyu tümüyle anlamamıza
yeterli olmayacağı gerçeğidir. Bu bakımdan beynimizi etkileyen uyaran yada
durumları birer bağımsız girdi olarak değerlendirmemiz mümkün değildir.
Uyaranların üzerimizde yaptıkları etki, zaman ve mekan içindeki dizilimlerine ve
birbirleriyle etkileşimlerine bağlıdır. Sonuç olarak, beynimiz ve beynin bağlı
olduğu canlı organizma, zaman ve mekan içinde davranışlarını değiştiren,
zamandan ve mekandan etkilenen bir yapıya sahiptir. Bunlar şu aşamada
bilgisayarda mevcut değildir. Bilgi edinmede, felsefenin ortaya çıkardığı
sınırların yanısıra, bugünkü koşullarda bile beyin ile bilgisayar arasında bir
koşutluğun ancak basit bir ilk yaklaşım için geçerli olduğu görülmektedir.
Felsefi Yaklaşım Yapay zeka felsefesi en geniş anlamıyla yapay zekanın gerçekten
mümkün olup olmadığını soruşturan bir felsefe koludur. Bilgisayarlar düşünebilir
mi? Sorusu yapay zeka felsefesinin en temel sorunudur. Bilgisayarların icadından
buyana, bu soru bir çok felsefeci, bilim adamı veya yapay zeka araştırmacısı
tarafından tartışılmıştır. Bu güne kadar bir problem olarak kalmasının nedeni bu
sorunun cevabı hakkında ortak bir uzlaşma sağlanamamasındandır. Hatta, bunun
felsefi bir problem mi? Yoksa empirik bir problem mi? Olduğunda dahi mutabık
kalınamamıştır. Şimdi farklı başlıklar altında konu ile ilgili yaklaşımlar
açıklanacaktır. Turing makinesi ve turing testi Yapay zeka felsefesini ilk
ortaya çıkaran kişi ünlü ingiliz mantık ve matematikçisi Alan Turing’dir.
Dartmouth konferansından altı yıl önce, yani 1950 yılında Turing, Mind adlı
felsefe dergisinin Ağustos sayısında Computing Machinery and Intelligence adlı
bir makale yayınlamıştır. Bu makalede Turing “Makineler düşünebilir mi?”
sorusunu dikkatli bir felsefi tartışmaya açmış ve makineler düşünebilir
iddiasına karşı olan itirazları reddetmiştir. 1936 yılında Turing bilgisayar
tasarımının mantıki temelleri üzerine bir makale yazmıştır. Bu makalenin konusu
matematiksel mantığın soyut bir problemi ile ilgilidir ve bu problemi çözerken
Turing bugün Turing makinesi diye adlandırılan, program depo eden genel amaçlı
bilgisayarı kuramsal olarak icat etmeyi başarmıştır. Turing makinesi kuramsal
bir hesap makinesi olup hesaplarını karelere bölünmüş ve her karede yalnızca bir
sembol bulunabilen bir bant aracı ile yapar. Sadece sonlu sayıda içsel durumları
vardır. Bir karedeki sembolü okuduğu zaman halihazırdaki durumuna ve sembolün ne
olduğuna göre durumu değişebilir. Alan Turing ayrıca Turing testi olarak
adlandırılan ve bir bilgisayarın veya başka bir sistemin insanlarla aynı
zihinsel yetiye sahip olup olmadığını ölçen bir test geliştirmiştir. Genel
anlamda bu test bir uzmanın, makinenin performansı ile bir insanınkini ayırt
edip edemeyeceğini ölçer. Eğer ayırt edemezse, makine insanlar kadar zihinsel
yetiye sahip demektir. Bu testte bir insan ve bir bilgisayar, deneyi yapan
kişiden gizlenir. Deneyi yapan hangisiyle haberleştiğini bilmeden bunların
ikisiyle de haberleşir. Deneyi yapan kişinin sorduğu sorular ve deneklerin
verdiği cevaplar bir ekranda yazılı olarak verilir. Amaç, deneyi yapanın uygun
sorgulama ile deneklerden hangisinin insan, hangisinin bilgisayar olduğunu
bulmasıdır. Eğer deneyi yapan kişi güvenilir bir şekilde bunu söyleyemez ise, o
zaman bilgisayar Turing testini geçer ve insanlar kadar kavrama yeteneğinin
olduğu varsayılır. Çin odası deneyi California üniversitesinden John SEARLE
bilgisayarların düşünemediğini göstermek için bir düşünce deneyi tasarlamıştır.
Bir odada kilitli olduğunuzu düşünün ve odada da üzerlerinde çince tabelalar
bulunan sepetler olsun. Fakat siz çince bilmiyorsunuz. Ama elinizde çince
tabelaları ingilizce olarak açıklayan bir kural kitabı bulunsun. Kurallar
çinceyi tamamen biçimsel olarak, yani söz dizimlerine uygun olarak
açıklamaktadır. Daha sonra odaya başka çince simgelerin getirildiğini ve size
çince simgeleri odanın dışına götürmek için, başka kurallarda verildiğini
varsayın. Odaya getirilen ve sizin tarafınızdan bilinmeyen simgelerin oda
dışındakilerce `soru` diye, sizin oda dışına götürmeniz istenen simgelerin ise
`soruların yanıtları` diye adlandırıldığını düşünün. Siz kilitli odanın içinde
kendi simgelerinizi karıştırıyorsunuz ve gelen çince simgelere yanıt olarak en
uygun çince simgeleri dışarı veriyorsunuz. Dışta bulunan bir gözlemcinin bakış
açısından sanki çince anlayan bir insan gibisiniz. Çince anlamanız için en uygun
bir program bile çince anlamanızı sağlamıyorsa, o zaman herhangi bir sayısal
bilgisayarın da çince anlaması olanaklı değildir. Bilgisayarda da sizde olduğu
gibi, açıklanmamış çince simgeleri işleten bir biçimsel program vardır ve bir
dili anlamak demek, bir takım biçimsel simgeleri bilmek demek değil, akıl
durumlarına sahip olmak demektir. Bilgi, bilinç ve yapay zeka Beyin etten
yapılmış bir bilgisayar mıdır? Bir bilgisayar üretildiği fiziksel malzemeler
dolayısıyla zamana tabi olarak çalışır ve devrelerinin bağlantılarına ve
yazılıma göre ulaşılan sonuçlar neden-sonuç ilişkisi bakımından sıkı bir
gerekirciliği (determinizmi) ortaya koyar. Bu bakımdan, insan bilinci de,
insanın tüm bedensel işlevlerinin yönetim merkezi olan beynin, elektriksel ve
kimyasal süreçlere bağlı olarak, fiziksel varolanın (uzay ve zamanda varolanın)
tabi olduğu neden-sonuç ilişkisine, nedenselliğe bağlı olan bir süreçten başkası
değil midir? Yani bilinç ve akıl tümüyle fiziksel süreçlere indirgenebilir mi?
Bu sorular düşünce tarihi içinde derin kökleri olan önemli sorulardan bir
kaçıdır. Eğer biz tüm insani özelliklerin fiziğe tabi olan bedensel işlevlere
indirgenebileceğini savunuyorsak, bu yaklaşımla beynin etten yapılmış bir
bilgisayar olduğunu, yani yapay zekanın henüz yeterince gelişmemiş bir insan
prototipi olduğunu kabul ediyoruz demektir. Buna karşılık, insanın yalnızca
fiziksel süreçlere tabi olan bir makineye indirgenemeyeceğini savunuyorsak,
bunun gerekçelerinin ortaya konması gerekir. Şimdi, eğer tüm bilgimizin deneyle
başladığını kabul ediyorsak, bilginin ortaya çıkması için gerekli iki koşulu
şöyle ifade edebiliriz: Deneyimden gelen malzeme ya da veriler ve bu verilerin,
aklın kendi sahip olduğu formlar aracılığı ile kalıba dökülmesi ve sonuçta
bilginin üretilmesi. Verilerin kalıba dökülmesi, önerme formuna sokulması bir
fiildir ve bu fiilin yapılması için bilincin ortaya çıkması gerekir. Yani her
bilgi fiili bir bilinç fiilidir. Şimdi soru şudur: Bilinç bir beyin süreci
midir? Yoksa beyin süreçlerinin arkasında duran ve bu süreçlerin sonucunda, bir
şeye (nesneye) yönelmek suretiyle ortaya bir bilgi konulmasını sağlayan etkin
neden, bilinç fiilinin kendisi midir? Bilgi bir bilinç durumudur, düzensiz bir
veriler topluluğunun algılanması değildir. Şeylerin bir bilgi nesnesi yada
onların bağlantılarının bilgisi olarak ortaya çıkması, o nesneye bir birlik
verilmesi ile olanaklıdır, bu ise bu birliği veren öznenin, “ben”in kendi
birliğinin bilincinde olmasıyla olanaklıdır. Yani her bilgiye birliğini veren
ben bilinci her bilgiden önce gelmektedir. Eğer beyin süreçleri ile “ben”
bilinci aynı şeyse, zamana ve nedenselliğe tabi olan beyin süreçlerinin nasıl
olup da farklı ben bilinçlerinin ortaya çıkmasını sağladığı ise karanlıkta olan
bir sorudur. Aklın deneyden gelen uyarılara dayalı bilgi üretmesinin yanında,
kendisi deneyden gelmeyen, ama deneyle gelen malzemeyle doğa bilimlerinin
yapılabilmesinin koşulunu oluşturan matematik ve matematiksel nesnelerle ilgili
değerlendirmeler, bilincin beyin süreçlerine indirgenemeyeceği yönünde bir
destek sağlamaktadır. Matematiğin ve matematiksel nesnelerin (sayı, üçgen gibi)
ne olduğu sorusunun yanıtı kolaylıkla verilemez, ama ne olmadığının yanıtı
üzerine şunlar söylenebilir. Matematiğin nesneleri ve onların bağıntıları zamana
ve neden-sonuç ilişkisine bağımlı değildir. Bu tür nesnelerin bağıntılarını
özsel olarak farklı ilkeler yönetmektedir (çelişmezlik ilkesi gibi). Eğer
matematiksel nesnelerin zamana ve neden sonuç ilişkisine tabi olmadıklarını
görüyorsak, bundan, bu nesnelerin fiziksel süreçlerin dışında kalan bir dayanağa
sahip oldukları sonucu çıkar. Bu nedenle matematiksel nesneler, fiziksel
süreçlere tabi olarak ortaya çıkan şeyler değildir; ama fiziksel olanın,
malzemenin, düzene ve sıraya sokulmasının dayanağını oluşturması nedeniyle,
fiziksel süreçlerin insan için anlaşılabilir ve bilgisine ulaşılabilir bir şey
olmasını sağlarlar. Bu bakımdan insan beynini yalnızca fiziksel süreçlere tabi
olan bir bilgi işleme merkezi olarak görmek, matematiksel nesneleri de zamana ve
neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak görmek sonucunu getirir ki, o zaman sayı,
üçgen gibi fiziksel nesnelerin bağıntılarının kesinlik ve zorunluluğunun
hesabını vermek olanaksız olacaktır. Yani fiziksel süreçler, bu süreçlerin
dışında kalan ilkelerle işleyen soyut nesnelerin dayanağı olamazlar. O halde,
eğer matematiksel nesneler ve matematik, zamana ve neden-sonuç ilişkisine tabi
değillerse ve bunların dayanağını fiziksel süreçler oluşturmuyorsa, bu dayanağın
fiziksel süreçlere tabi olmayan bir şey olduğunu, yani aklın kendi unsurlarının
bu süreçlerin dışında olduklarını düşünmek durumundayız. Bunun ise anlamı şudur:
İnsan bilinci ve aklı, yalnızca fiziksel süreçlere tabi olan ve nöron ağlarından
oluşmuş beyin organının üstünde bir “yer”e, “iç”e sahiptir. Bu yer (iç), aklın
yanı sıra, “özgür irade”nin de dayanağını oluşturur. Eğer insan varlığı,
yalnızca fiziksel bir nesne olarak görülürse, yani “empirik ben”den ibaretse,
burada özgür iradeye yer yoktur. Çünkü fiziksel bir nesne olarak zamana ve
nedenselliğe tabi olan insan varlığı sıkı bir gerekircilik içinde
belirlenmiştir. Öte yandan, insanın tüm empirik belirlenimlerinin arkasında
duran, onun zeminini oluşturan, ama zaman ve nedensellikle belirlenmemiş bir
“aşkınsal (transandantal)” yanı vardır ki, bilincin ortaya çıkmasının arkasında
duran ve özgür iradenin dayanağı olan, onun bu aşkınsal yanıdır. Günümüzün ünlü
fransız filozofu Georges Canguilhem araçsallıkçılığın (instrumentalisme) her
türüne karşı çıkarak, teknik sapmanın her köşe bucağa yayılmasını
eleştirmektedir. “Beyin ve düşünce” adlı yazısında elektronik hırdavatçılığın
her kesimi etkisi altına aldığını vurgulayan filozof, yapay zekadan enformasyon
modellerine değin her türlü teknolojik başarının getirdikleri kadar götürdükleri
de olduğunu savunmuştur. İnsan zihninin bir bilgisayara sığdırılamayacağını, ve
bilgisayarında sonuç olarak insan zihninin tüm yetilerinin üstesinden
gelemeyeceğini dile getiren filozof, bu anlayışın eskilerin frenoloji görüşüne
benzediğini söyler. Oynanılan, ayarlanmaya çalışılan, belirsiz amaçlara
yönlendirilen bir insan dünyasına karşı; düşüncenin kaçınılmaz ve normal
durumuna denkmiş gibi yutturulan bir teknik evren aracılığı ile ortaya çıkan
açmazı açmanın tek yolunun felsefeye düştüğünü söyleyen Canguilhem’e göre, “ şu
andaki egemenliğinin başkasına devredilemez hakkı olarak ben’in savunulması
felsefenin biricik görevidir.” Sonuç olarak yapay zeka çalışmalarının ve
nörolojinin yönünün ve olanaklarının belirlenebilmesi için, insanın ve insan
aklının ne olduğunun soruşturulması, ama bu soruşturmanın yalnızca bilişim
bilimleri ve deneysel psikoloji alanında değil, metafiziksel olarak felsefe
içinde de soruşturulması gerekmektedir Yönetim Bilimleri ve Yapay Zeka Yönetim
bilimleri yapay zeka alanındaki gelişmelerden hızla etkilenmektedir. Bu
etkileşimin bir sonucu olarak, doğal dil arabirimleri, endüstriyel robotlar,
uzman sistemler ve zeki yazılımlar gibi uygulamalar ortaya çıkmıştır. Her
seviyeden yöneticiler ve çalışanlar, direk veya dolaylı da olsa son kullanıcı
olarak bu gelişmelerden haberdar olmak durumundadır. Çünkü bir çok işyeri ve
organizasyonda, gittikçe artan bir oranda yapay zeka teknikleri kullanılmakta ve
bu yolla verimlilik artışı sağlanmaya çalışılmaktadır. Şekilde yapay zekanın
yönetim bilimlerindeki farklı uygulama alanları gösterilmektedir. Şimdi kısaca
bazı yapay zeka teknikleri ve uygulama alanlarından bahsedilecektir. Bilgisayar
Bilimleri Uygulamaların bu alanı bilgisayar yazılım ve donanımı üzerine
odaklanmıştır. Çünkü yapay zeka uygulamalarının çoğu için, çok güçlü süper
bilgisayarların üretilmesine gereksinim duyulmaktadır. Bunun ilk aşamasını
beşinci nesil olarak anılan zeki bilgisayarlar oluşturmaktadır. Bu bilgisayarlar
optimum seviyede mantıksal anlam çıkarma işlemi için tasarlanmaktadırlar. Bu
anlam çıkarma, geleneksel bilgisayarlardaki nümerik işlem yerine sembolik
işlemin kullanılması anlamına gelmektedir. Diğer çalışma ise, sinirsel ağların
geliştirilmesi için yapılmaktadır. Neurocomputer sistemleri, insan beynindeki
nöronların ağ yapılarına göre şekillendirilmiş bir yapıdadır (bkz. 3.4 sinirsel
ağlar). Bu bilgisayarlar bilginin bir çok farklı kısmını aynı anda
işleyebilirler. Sinirsel ağ yazılımlarının, basit problem ve çözümleri
gösterilerek öğrenmesi sağlanabilmektedir. Örneğin resimleri tanıyabilmekte ve
problemleri çözmek için program yapabilmektedirler. Robotik Yapay zeka,
mühendislik ve psikoloji robotiğin temel disiplinleridir. Robotik teknolojisi,
insan gibi fiziksel kapasitelere sahip, bilgisayar kontrollü robot üretiminin
gerçekleştirilmesi için geliştirilmiştir ve yapay zeka alanındaki gelişmelere
paralel olarak ilerlemektedir. Bu alandaki uygulamalar robotlara, görme yeteneği
veya görsel algılama, dokunsal algılama, idare etmede beceri ve hüner, hareket
kabiliyeti ve yol bulabilme zekası kazandırmaktadır. Bazı uygulama örnekleri
aşağıda verilmiştir. Stuttgart Üniversitesi’nin Paralel ve Dağıtılmış Yüksek
Performans Bilgisayarları Enstitüsü’nde Prof. Paul Levi yönetiminde bir çalışma
gurubu Aramis (adını monte edilmiş olan kolundan alıyor), Porthos (yük
taşıyıcısı) ve Athos (bir stereo kameraya sahip ve gurubun gözcüsü) isimli üç
robot üretmiştir. Bu robotlar küçük sorunlarını tekbaşlarına çözebilmektedir.
Fakat bu robotlarda diğerlerinde olmayan bir özellik vardır, kooperasyon
yeteneği. Şöyleki; kimin hangi görevi hangi sırayla yapacağını aralarında
kararlaştırıyorlar. Bunu konuşarak yapmaları teknik bir dayatmadan çok
araştırmacıların oyun dürtüsüne işaret etmektedir. Aslında makineler bit ve
byte’lar düzleminde anlaşmalarına rağmen, çalışma esnasında kadın ve erkek
sesleriyle gerçekleşen sözlü diyaloglar ortaya çıkmaktadır. Prof. Levi’ye göre
üç şilahşörler, günün birinde temizlik, nakliyat ve konstrüksiyon ile ilgili
görevleri yürütecek bir robot kuşağının prototipleridir. Bir başka örnek ise
MIT’den Rodney Brooks’un tasarladığı ATTİLA isimli böcek robot. 30 cm.
boyutundaki bu robot üzerinde 23 motor, 10 mikro işlemci ve 150 adet algılayıcı
bulunuyor (Şekil 8). Her bacağın üç bağımsız hareketi sayesinde engellerin
üstüne tırmanıyor, dik inişler yapıyor ve tutunarak kendisini 25 cm. yüksekliğe
çekebiliyor. Brooks’un yapay zeka anlayışında izleme, avlanma, ileri gitme ve
gerileme gibi bir takım ilkel içgüdü ve refleksler yer alıyor. Öte yandan onun
robotlarında bunları seçen ve bu basit hareketleri yönlendiren bir beyin modeli
yer almıyor. Bunun yerine, her davranış, robotun kontrolünde yarışan bireysel
zekalar olarak işliyor. Kazananı, robotun alıcılarının o anda ne hissettiği
belirliyor ve bu noktada diğer tüm davranışlar geçici olarak bastırılıyor.
Kurulan mantıkta, “gerile” gibi tehlikeden sakınma davranışları, “avı izle” gibi
daha üst seviyedeki fonksiyonları bastırıyor. Davranış hiyerarşisindeki her
seviyenin gerçekleşmesi için bir alttakinin aşılması gerekiyor. Böylece bir
böcek robot, örneğin “odadaki en uzak köşeyi belirle ve oraya git” gibi yüksek
düzeyde bir komutu, bir yerlere çarpıp başına kaza gelme korkusu olmadan yerine
getirebiliyor.
|
|